Devamını okuyun...>>
7.MEKTUP
Devamını okuyun...>>
5. MEKTUP
Devamını okuyun...>>
4.MEKTUP
Devamını okuyun...>>
3.MEKTUP
Devamını okuyun...>>
3.MEKTUP
Arpç... Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla. O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur İsrâ Sûresi, 17:44. O malûm talebesine gönderilen mektubun bir parçasıdır.
HAMİSEN: Bir mektupta, buradaki hissiyatıma hissedar olmak arzusunu yazmıştın. İşte binden birini işit.Bir gece, yüz tabakalık yüksekliğe, bir katran ağacının başındaki yuvada, semânın yıldızlarla yaldızlanmış güzel yüzüne baktım; Kur’ân-ı Hakîmin Tekvir Sûresi 81:15-16. Artık hayır; yemin ederim (gündüz) sinip (gece) dönen (gezegen)lere, Bir akış içinde yerini alanlara; yemininde yüksek bir mu’cizelik nuru ve parlak bir belâğat sırrı gördüm. Evet, seyyar yıldızlara ve gizlenmelerine ve açığa çıkmalarına işaret eden şu âyet, gayet âli bir san’atlı nakış ve yüce bir ibret tablosu, içtenlikle seyredip bakmayı gösteriyor.Evet, şu gezegenler, kumandanları olan güneşin dairesinden çıkıyorlar, sabit yıldızlar dairesine girerek semâda yeni yeni nakışları ve san’atları gösteriyorlar. Bazan kendileri gibi parlak bir yıldıza omuz omuza verir, güzel bir vaziyet gösteriyorlar. Bazan küçük yıldızlar içine girip bir kumandan suretini gösteriyorlar. Hususuyla bu mevsimde, akşamdan sonra, ufukta Zühre yıldızı ve fecirden evvel diğer parlak bir arkadaşı, gayet şirin ve güzel bir vaziyet gösteriyorlar. Sonra, teftiş görevlerini ve san’atlı nakışa mekiklik hizmetini yerine getirmeden sonra yine dönüp, sultanları olan güneşin gösterişli dairesine girip gizleniyorlar. Şimdi, şu gizlenen ve açığa çıkan yıldızlar, künnes tabir edilen seyyarelerle şu zeminimizi kâinat fezasında birer gemi, birer tayyare suretinde kemâl-i intizamla döndüren ve seyr ü seyahat ettiren Zâtın haşmet-i rububiyetini ve şâşaa-i saltanat-ı ulûhiyetini güneş gibi parlaklığıyla gösteriyorlar.Bak bir saltanatın haşmetine ki, gemileri ve uçak içinde öyleleri var ki, bin defa dünya kadar bir büyüklükte ve bir saniyede sekiz saat mesafeyi kat’ eden sür’attedir. İşte, böyle bir Sultana kulluk ve imanla bağlanmak ve şu dünyada ona misafir olmak ne kadar yüce bir saadet, ne derece büyük bir şeref olduğunu kıyas et.Sonra aya baktım. arpç... 36/39- Ay'a gelince, Biz onun için de birtakım uğrak yerleri takdir ettik; sonunda o, eski bir hurma dalı gibi döndü (döner). âyetinin gayet parlak bir mu’cizelik nurunu ifade ettiğini gördüm. Evet, ayın takdiri ve çekip çevrilmesi ve tenviri ve zemine ve güneşe karşı gayet dakik bir hesapla vaziyetleri o kadar hayranlık uyandıran, o derece harikadır ki, “Onu öyle tanzim eden ve takdir eden bir Kadîre (herşeye gücü yeten, herşeyi yapabilen, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah) hiçbir şey ağır gelmez; onu öyle yapan herşeyi yapabilir” fikrini, seyreden her bir şuur ve bilinç sahibine ders verir.Hem öyle bir tarzda güneşi takip ediyor ki, bir saniye kadar yolunu şaşırmıyor, zerre kadar vazifesinden geri kalmıyor. Dikkatle bakana,“İşlerinde, akılların hayrette kaldığı Zât, her türlü kusurdan münezzehtir.” dedirtiyor. Hususan Mayıs’ın sonunda olduğu gibi, bazı vakitte ince hilâl şeklinde Süreyya durağına girdiği vakit, hurma ağacının eğilmiş beyaz bir dalı suretini ve Süreyya bir salkım suretini gösterdiğinden, o yeşil semâ perdesi arkasında, hayale nuranî büyük bir ağacın vücudunu tahayyül ettirir. Güya, o ağaçtan bir dalının bir sivri ucu o perdeyi delmiş, bir salkımıyla beraber başını çıkarmış, Süreyya ve hilâl olmuş; ve diğer yıldızlar da o gaybî ağacın meyveleri olduğunu hayale telkin eder. İşte apç... eski bir hurma dalı gibi döndü (döner). teşbihinin güzelliğini, düzgünlüğünü gör.Yâsin Sûresi, 36:39. Sonra 67/15- Sizin için, yeryüzüne boyun eğdiren O'dur. Şu halde onun omuzlarında yürüyün ve O'nun rızkından yiyin. Sonunda gidiş O'nadır. âyeti hatırıma geldi ki, zemin boyun eğen bir gemi, bir binek olduğunu işaret ediyor. O işaretten, kendimi uzayda sür’atle seyahat eden pek büyük bir geminin yüksek bir mevkiinde gördüm. At ve gemi gibi bir bineğe binildiği zaman okuma sünneti 43/13- "Bunlara bizim için boyun eğdiren (Allah) ne Yücedir, yoksa biz bunu (kendi hizmetimize) yanaştıramazdık" demeniz için. âyetini okudum.Hem gördüm ki, dünyada , şu hareketle, sinema levhalarını gösteren bir makine vaziyetini aldı, bütün gökleri harekete getirdi, bütün yıldızları muhteşem bir ordu gibi sevke başladı. Öyle şirin ve yüksek manzaraları gösterdi ki, düşünen kimseleri mest ve hayran eder. Fesübhânallah dedim, ne kadar az bir masrafla ne kadar çok ve büyük ve garip ve acip, yüce ve kıymetli işler görülüyor! Bu noktadan, iki imana dair ince ve mânâlı husus hatıra geldi.Birincisi: Birkaç gün evvel bir misafirim bana sual etti. O şüpheli sualin esası şudur: “Cennet ve Cehennem pek çok uzaktırlar. Haydi, ehl-i Cennet, Allah’ın lütfu ile, şimşek ve burak (iman ehlini Sırat köprüsünden geçirecek olan çok hızlı binek) gibi uçarak haşirden geçerler, Cennete giderler. Fakat ehl-i Cehennem, sakil cisimleri ve büyük ve ağır günahların yükleri altında nasıl gidecekler? Hangi vasıta ile?”İşte hatıra gelen şudur: Nasıl ki, meselâ Amerika’da, bütün milletler umumî bir kongreye davet edilse, her millet büyük gemisine biner, oraya gider. Öyle de, geniş kâinat denizi, bir senede yirmi beş bin senelik uzun bir seyahate alışan dünya, ahalisini alır, gider, haşir meydanı boşaltır. Hem, her otuz üç metrede bir derece-i hararet arttığı delilliyle, yerin merkezinde bulunan Cehennem ateşinin hadîsçe beyan olunan sıcaklık derecesine uygun iki yüz bin sıcaklık derecesi taşıyan ve hadîsin rivayetine göre dünyada ve kabir alemindeki Büyük Cehennemin bazı vazifelerini gören ateşini Cehenneme döker; sonra Allah’ın emri ile daha güzel ve bâki bir surete dönüşür, âhiret âleminden bir menzil olur.
Devamını okuyun...>>
1.MEKTUP
Devamını okuyun...>>
1.MEKTUP
Devamını okuyun...>>
1. MEKTUP
Devamını okuyun...>>
1.MEKTUP
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. Ve sadece Ondan yardım diliyoruz. Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla. 17/44- Yedi gök, yer ve bunların içindekiler O'nu tesbih eder; O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ancak siz onların tesbihlerini kavramıyorsunuz. Şüphesiz O, halim olandır, bağışlayandır. Dört sualin muhtasar cevabıdır.
BİRİNCİ SUAL: Hazret-i Hızır Aleyhisselâm hayatta mıdır? Hayatta ise, niçin bazı mühim ulema hayatını kabul etmiyorlar?Elcevap: Hayattadır. Fakat hayat mertebeleri beştir. O, ikinci mertebededir. Bu sebepten, bazı ulema hayatında şüphe etmişler.Birinci tabaka-i hayat: Bizim hayatımızdır ki, çok kayıtlarla mukayyettir.İkinci tabaka-i hayat: Hazret-i Hızır ve İlyas Aleyhimesselâmın hayatlarıdır ki, bir derece serbesttir. Yani, bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet ihtiyaçlarına daimî sınırlı değillerdir. Bazan, istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir. Tevatür derecesinde, ehl-i şuhud ve keşif olan evliyanın Hazret-i Hızır ile maceraları, bu tabaka-i hayatı nurlandırma ve ispat eder. Hattâ Hz. Hızır’ın (a.s.) makamında bir makam vardır ki, “makam-ı Hızır” tabir edilir. O makama gelen bir velî, Hızır’dan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat bazan o makam sahibi, yanlış olarak Hızır’ın kendisi kabul edilir. Üçüncü tabaka-i hayat: Hazret-i İdris ve İsâ Aleyhimesselâmın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet gerekliliğinden maddî ağırlık ve sınırlamalarla kısıtlı olmaktan soyutlanmayla, melek hayatı gibi bir hayata girerek nuranî bir letâfet (maddî ağırlık ve sınırlamalarla kısıtlı olmama) elde edilir. Âdetâ beden-i misalî görüntüden ibaret beden ve parlayan bir yıldız gibi akıp giden; nurâni ceset nuraniyetinde olan dünyaya ait bedenlerle göklerde bulunurlar.
Hazreti İsa Gelecek
“Âhirzamanda Hazret-i İsâ Aleyhisselâm gelecek, şeriat-ı Muhammediye (a.s.m.) ile amel edecek” meâlindeki hadîsin sırrı şudur ki:Âhirzamanda, herşeyi tabiata dayandıran felsefenin verdiği küfür ve inançsızlık akımı ve Cenâb-ı Allah’ı inkâr fikrine karşı, İsevîlik dini saflaşır ve hurafelerden sıyrılarak İslâmiyete inkılâp edeceği bir sırada, nasıl ki İsevîlik şahs-ı mânevîsi, Allah tarafından peygambere gelen vahiy kılıcıyla o müthiş dinsizliğin şahs-ı mânevîsini öldürür. Öyle de, Hazret-i İsâ Aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı mânevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı mânevîsini temsil eden Deccalı öldürür; yani, Cenâb-ı Allah’ı inkâr fikrini öldürecek. Kainattaki alemler (devamı)Dördüncü tabaka-i hayat: Şehitler hayatıdır. Kur’ân’ın kesin ve açık hükmü , şehitlerin, kabirdekilerin üstünde bir tabaka-i hayatları vardır. Evet, şehitler , hayat-ı dünyevîlerini hak yolunda feda ettikleri için, Cenâb-ı Hak, lütuf ve cömertliğin mükemmelliğiyle, onlara hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı dünya ile âhiret arasındaki kabir âleminde onlara bağışlar. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar. Yalnız kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar, tam ve mükemmel mutlulukla lezzetleniyorlar, ölümdeki ayrılık acılığını hissetmiyorlar. Kabirdekilerin gerçi ruhları bâkidir; fakat kendilerini ölmüş biliyorlar. Kabir âleminde aldıkları lezzet ve saadet, şehitlerin lezzetine yetişmez.Nasıl ki, iki adam bir rüyada cennet gibi bir güzel saraya girerler. Birisi rüyada olduğunu bilir; aldığı keyif ve lezzet pek noksandır. “Ben uyansam şu lezzet kaçacak” diye düşünür. Diğeri rüyada olduğunu bilmiyor; hakikî lezzet ile hakikî saadete erişir . İşte, kabir aleminde ölüler ve şehitlerin kabir hayatları istifadeleri öyle farklıdır. Sayısız olaylarla ve nakledilen şeylerle, şehitlerin bu hayat tarzına erişmeleri ve kendilerini sağ bildikleri sabit ve kat’îdir. Hattâ, şehitlerin seyyidi olan Hazret-i Hamza Radıyallahu Anh, (Allah ondan razı olsun demek) birçok olayda kendine sığınan adamları muhafaza etmesi ve dünyevî işlerini görmesi ve gördürmesi gibi çok olayla , bu tabaka-i hayat nurlandırmış ve ispat edilmiş. Hattâ, ben kendim, Ubeyd isminde bir yeğenim ve talebem vardı. Benim yanımda ve benim yerime şehid olduktan sonra, üç aylık mesafede esarette bulunduğum zaman, mahall-i defnini bilmediğim halde, bence bir doğru olan rüyada, yeraltı bir yer suretindeki kabrine girmişim. Onu şehitlik tabaka-i hayatında gördüm. O beni ölmüş biliyormuş; benim için çok ağladığını söyledi. Kendisini hayatta biliyor. Fakat Rus’un istilâsından çekindiği için, yeraltında kendine güzel bir ev yapmış. İşte bu cüz’î rüya, bazı şartlar ve belirtilerle, geçen hakikate bana şahid olma derecesinde bir kanaat vermiştir.Beşinci tabaka-i hayat: Kabirdekilerin ruhani hayatlarıdır. Evet, ölüm , yer değişikliğidir, ruhun serbest bırakılmasıdır, vazifeye son verilmesidir; idam ve yokluk ve fenâ değildir. Sayısız olayla velilerin ruhlarının serbest bırakılması ve velilere görünmeleri ve diğer kabirdeki ölülerin yakazaten (uyanıkken) ve menâmen (uykudayken) bizlerle münasebetleri ve vakıa mutabık olarak bizlere haber vermeleri gibi çok deliller, o tabaka-i hayatı aydınlatır ve ispat eder. Zaten ruhun ölümsüzlüğüne dair Yirmi Dokuzuncu Söz, bu tabaka-i hayatı kesin delillerle ispat etmiştir.
Devamını okuyun...>>
14. LEMA
İki Makamdır. Birinci Makamı, iki sualin cevabıdır. İsrâ Sûresi, 17:44 O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. Aziz, sıddık kardeşim Refet Bey,Sevr ve büyük balığa dair sorduğun sualin bazı risalelerde cevabı vardır. O tür suallere göre cevap, Yirmi Dördüncü Sözün Üçüncü Dalında “On İki Asıl” namıyla on iki önemli kural beyan edilmiştir. O kaideler Hz. Peygamber tarafından söylenen sözlere dair muhtelif yorumlara dair birer mihenktirler ve hadise gelen evhâmı def edecek mühim esaslardır. Ne yazık ki şimdilik kalbe gelen mânâlardan başka ilmî meselelerle meşguliyetime mâni bazı haller var. Onun için, sualinize göre cevap veremiyorum. Eğer Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar olsa, zorunlu olarak meşgul oluyorum. Bazan suallere kalbe gelen mânâlar tevafuk ettiği için cevap verilir; gücenmeyiniz. Onun için, herbir sualinize lâyıkınca cevap veremiyorum. Haydi, bu defaki sualinize kısa bir cevap vereyim. Bu defaki sualinizde diyorsunuz ki: “Hocalar diyorlar: Arz Sevr ve balık üstünde duruyor. Halbuki arz, asılı bir yıldız gibi gezdiğini coğrafya görüyor. Ne Sevr var, ne de balık!”Elcevap: İbni Abbas (r.a.) gibi zatlara dayandırılan doğru bir rivayet var ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan sormuşlar: “Dünya ne üstündedir?” Ferman etmiş: Dünya, Sevr ve balık üzerindedir. Âlimlerin bir kısmı, İsrailoğullarına ait bilgilerden alınma ve eskiden beri nakledilen hurafevâri hikâyelere bu hadisi tatbik etmişler. Hususan Benî İsrail âlimlerinin Müslüman olanlarından bir kısmı, Kur’ân’dan önce gönderilen kutsal kitaplarda Sevr ve Hut hakkında gördükleri hikâyeleri hadise tatbik edip, hadisin mânâsını acip bir tarza çevirmişler. Şimdilik bu sualinize dair gayet öz Üç Esas ve Üç yön söylenecek. BİRİNCİ ESAS: Benî İsrail ulemâsının bir kısmı müslüman olduktan sonra, eski bilgileri dahi onlarla beraber müslüman olmuş, İslâmiyete malolmuş. Halbuki o eski bilgilerinde yanlışlar var. O yanlışlar, elbette onlara aittir, İslâmiyete ait değildir İKİNCİ ESAS: Teşbih ve temsiller, havastan halka geçtikçe, yani, ilmin elinden cahilin eline düştükçe, zamanın geçmesiyle hakikat algılanır . Meselâ, küçüklüğümde ay tutuldu. Ben valideme dedim:“Neden ay böyle oldu?”Dedi: “Yılan yutmuş.”Dedim: “Daha görünüyor.”Dedi: “Yukarıda yılanlar cam gibi olup içlerinde bulunan şeyi gösterirler.”Bu çocukluk hatırasını çok zaman hatırlıyordum . Ve derdim ki: “Bu kadar hakikatsiz bir hurafe, validem gibi ciddî zatların dilinde nasıl geziyor?” diye düşünürdüm. Tâ, astronomi fennini inceledeğim vakit gördüm ki, validem gibi öyle diyenler bir gerçek benzetme algılamışlar. Çünkü, güneşe ait derecelerin yörüngrsi olan “mıntıkatü’l-burûc” (uzayda on iki burcun bulunduğu alan) tabir ettikleri büyük daire, Ay’ın durakları yörüngede bulunan mâil-i kamer dairesi birbiri üstüne geçmekle, o iki daire, herbiri iki kavis şeklini vermiş. O iki kavise astronomi uleması, hoş bir benzetmeyle, büyük iki yılan namı olan “iki büyük yılan” namını vermişler. İşte, o iki dairenin kesişme noktasına, “baş” mânâsına “re’s,” diğerine “kuyruk” mânâsına “zeneb” demişler. Kamer re’se ve güneş kuruğa geldiği vakit, astronomi deyimiyle “Ay tutulması” vuku bulur. Yani, yeryüzü, tam ikisinin ortasına düşer. O vakit ay tutulması olur. Önceden geçen benzetmeyle, “Ay yılanın ağzına girdi” denilir. İşte bu büyük ve ilmî benzetme, halkın diline girdikçe, zamanla, ayı yutacak koca bir yılan şeklini almış.İşte, Sevr ve Hut namıyla iki büyük melek, bir kutsal ve güzel bir benzetme ile ve mânidar bir işaretle, Sevr ve Hut namıyla isimlendirilmişler. Kudsî, ulvî lisan-ı Nübüvvetten umumun lisanına girdikçe, o teşbih hakikate inkılâp etmiş, adeta gayet büyük bir Sevr ve dehşetli bir Hut suretini almışlar. ÜÇÜNCÜ ESAS: Nasıl ki Kur’ân’ın birbirine benzer âyetleri var; gayet derin meseleleri temsille ve benzetmelerle halka ders veriyor. Öyle de, hadisinde benzerliği var; gayet derin hakikatleri alışılagelen, benzetmeyle ifade eder. Meselâ, bir iki risalede beyan ettiğimiz gibi, bir vakit Hz. Peygamberin hazır bulunduğu ortamda gayet derin bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: “Yetmiş senedir yuvarlanıp bu dakikada Cehennemin dibine düşen bir taşın gürültüsüdür.” Birkaç dakika sonra birisi geldi, dedi: “Yetmiş yaşındaki meşhur münafık öldü.” 1 (Müslim, Cennet: 12; Müsned: 3:315, 341, 346. (HZ.MUHAMMED) )Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın gayet güzel manalı temsilinin hakikatini ilân etti.Senin sualin cevabına şimdilik Üç Vecih söylenecek. BİRİNCİSİ: Arş’ın ve göklerin taşıyıcısı olan melekler ve gökler denilen melâikenin birinin ismi “Nesir” ve diğerinin ismi “Sevr” 2 olarak dört melâikeyi Cenâb-ı Hak Arş (Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer) ve gökte , Allah’ın egemenliğini gözetmek için tayin ettiği gibi, göklerin bir küçük kardeşi ve gesegenlerin bir arkadaşı olan yeryüzüne dahi iki melek, gözeten ve taşıyıcılar olarak tayin etmiştir. O meleklerin birinin ismi “Sevr”( öküz) ve diğerinin ismi “Hût” (balık) tur. Ve o namı vermesinin sırrı şudur ki:Arz iki kısımdır: biri su, biri toprak. Su kısmını şenlendiren balıktır. Toprak kısmını şenlendiren, insanların medar-ı hayatı olan ziraat, öküz iledir ve öküzün omuzundadır. Yeryüzünde görevli iki melek, hem kumandan, hem gözeten olduklarından, elbette balık topluluğuna ve öküz türüne bir bağlantı yönü bulunmak lâzımdır. Belki, (Gerçek ilim ancak Allah katındadır, ) o iki meleğin melekler aleminde ve bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlemde ve balık (Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi; büyük balık) suretinde yansımaları var. dipnot- İşte bu bağlantıya ve o gözetmeye işareten ve yer yüzünün o iki mühim türü varlığına imâen, her şeyi ap açık şekilde açıklayan Peygamberimizin mu’cizeli dili ( “Dünya, öküz ve balığın üzerindedir.” bk. Hâkim, el-Müstedrek: 4:636; el-Münzirî, et-Terğib ve’t-terhîb: 4:257; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid: 8:131; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam: 1:172.) demiş, gayet derin ve geniş, bir sayfa kadar meseleleri içine alan bir hakikati gayet güzel ve kısa bir tek cümleyle ifade etmiş.
İKİNCİ VECİH: Meselâ, nasıl ki denilse, “Bu devlet ve saltanat hangi şey üzerinde duruyor?” Cevabında “Ale’s-seyfi ve’l-kalem” denilir. Yani, “Asker kılıcının yiğitliğine, kuvvetine ve memur kaleminin dirayetine ve adaletine dayanır. Öyle de, yeryüzü madem canlıların meskenidir ve canlıların k
umandanları da insandır ve insanın deniz kıyılarında yaşayan kısmının çoğunluğu medar-ı taayyüşleri (dünyanın güneş etrafında dönerken bir sene içinde çizdiği yörünge) balıktır ve olmayan kısmının medar-ı taayyüşleri, ziraatle, öküzün omuzundadır ve mühim bir ticaret kaynağı da balıktır. Elbette, devlet kılıç ve kalem üstünde durduğu gibi, yeryüzünde de öküz ve balık üstünde duruyor, denilir. Zira, ne vakit öküz çalışmazsa ve balık milyon yumurtayı birden doğurmazsa, o vakit insan yaşayamaz, hayat sukut eder, Hâlık-ı Hakîm (her varlığı sayısız hikmetlerle yaratan Allah ) de yeryüzünü harap eder. İşte, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayet mucizâne ve gayet yüce ve gayet hikmetli bir cevapla (“Dünya, öküz ve balığın üzerindedir.” bk. Hâkim, el-Müstedrek: 4:636; el-Münzirî, et-Terğib ve’t-Terhîb: 4:257; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid: 8:131; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam: 1:172.) demiş. İnsan türünün hayatı, ne kadar hayvan türlerinin hayatıyla alâkadar olduğuna dair geniş bir hakikati iki kelimeyle ders vermiş. ÜÇÜNCÜ VECİH: Eski kozmoğrafya nazarında güneş gezer. Güneşin her otuz derecesini bir burç tabir etmişler. O burçlardaki yıldızların aralarında birbirine raptedecek hayali hatlar çekilse, birtek hal meydana geldiği vakit , bazı esed (yani arslan) suretini, bazı terazi mânâsına olarak terazi suretini, bazı öküz mânâsına sevr suretini, bazı balık mânâsına hût suretini göstermişler. O münasebete binaen o burçlara o isimler verilmiş. Şu asrın kozmoğrafyası nazarında ise, güneş gezmiyor. O burçlar boş ve kullanılmaz olmuş ve işsiz kalmışlar. Güneşin bedeline yeryüzü geziyor. Öyleyse, o boş, işsiz burçlar ve yukarıdaki kullanumsız daireler yerine, yerde dünyanın yörüngesinde, küçük ölçüde o daireleri oluşturmak gerektir. Şu halde, Güneş sisteminde izleri düşen on iki takım yıldızın herbiri, dünyanın yörüngesine yansıyacak.Ve o halde yeryüzü her ayda 12 takım yıldızını birinin gölgesinde ve misalindedir. Güya dünyanın yörüngesi bir ayna hükmünde olarak, semâvî burçlar onda görünüyor . İşte bu yönüyle, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, sabıkan zikrettiğimiz gibi, bir defa öküzün üzerinde bir defa balığın üzerinde demiş. Evet, açıklamaları mucize olan Peygambere yakışır bir tarzda, gayet derin ve çok asır sonra anlaşılacak bir hakikate işareten, bir defa öküzün üzerinde demiş. Çünkü dünya , o sualin zamanında Balık Burcunun( burc: yıldız kümesi demektir) misalindeydi. Bir ay sonra yine sorulmuş, balık üzerinde demiş. Çünkü o vakit dünya Balık Burcunun gölgesindeymiş. İşte, istikbalde anlaşılacak bu ulvî hakikate işareten ve küre-i arzın vazifesindeki hareketine ve seyahatine imâen ve gökteki burçlar, güneş itibarıyla kullanılmaz ve misafirsiz olduklarına ve hakikî işleyen yıldız kümeleri ise dünyanın medar-ı senevîsinde bulunduğuna ve o yıldız kümelerinde vazife gören ve seyahat eden dünya olduğuna remzen, demiştir. Vallahu a’lemu bi’s-savab. (en doğrusunu Allah bilir) Bazı İslâmiyetle ilgili kitaplarda İslâmiyede sevr ve hûta dair acip ve akıl dışı hikâyeler, ya İsrailoğullarına ait bilgilerdir veya temsilâttır veya bazı alimler yorumlar ki, bazı dikkatsizler tarafından hadis zannedilerek Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma dayandırılmış. 2/286- Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez. (Kişinin nefsinin) Kazandığı lehine, kazandırdıkları aleyhinedir. "Rabbimiz, unuttuklarımızdan veya yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Rabbimiz, kendisine güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet. Bizi bağışla. Bizi esirge, Sen bizim Mevlamızsın. Kafirler topluluğuna karşı bize yardım et." 2/32- Dediler ki: "Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın."İKİNCİ SUAL: ÂL-İ ABÂ HAKKINDADIR:Allah’ın Rahmeti
Kardeşim; Âl-i Abâ hakkındaki cevapsız kalan sualinizin çok hikmetlerinden yalnız bir tek hikmeti söylenecek. Şöyle ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, giydiği mübarek abâsını, Hazret-i Ali (R.A.) ve Hazret-i Fâtıma (R.A.) ve Hazret-i Hasan ve Hüseyn'in (R.A.) üstlerine örtmesi ve onlara bu suretle 33/33 ...Ey Ehl-i Beyt, gerçekten Allah, sizden kiri (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister. .... âyetiyle dua etmesinin esrarı ve hikmetleri var. Sırlarından bahsetmeyeceğiz. Yalnız vazife-i Risalete taallûk eden bir hikmeti şudur ki: Hz Muhammed, gelecekten haberi olan ve geleceği bilen Peygamberliğiyle otuz kırk sene sonra Sahabeler ve tabii olanlar içinde mühim fitneler olup kan döküleceğini görmüş. İçinde en mümtaz şahsiyetler, abâsı altında olan o üç şahsiyet olduğunu müşahede etmiş. Hazret-i Ali'yi (R.A.) ümmet nazarında temizlemek ve Hazret-i Hüseyn'i (R.A.) teselli etmek ve Hazret-i Hasan'ı (R.A.) tebrik etmek ve barışma ile mühim bir fitneyi kaldırmakla şerefini ve ümmete azim faidesini ilân etmek ve Hazret-i Fatıma'nın zürriyetinin tâhir ve müşerref olacağını ve Ehl-i Beyt ünvan-ı âlisine lâyık olacaklarını ilân etmek için o dört şahsa kendisiyle beraber "Hamse-i Âl-i Abâ" ünvanını bahşeden o abâyı örtmüştür. Evet gerçi Hazret-i Ali (R.A.) gerçek halife idi. Fakat dökülen kanlar çok ehemmiyetli olduğundan ümmet nazarında suçsuzluğu ve beraeti, vazife-i Risalet hasebiyle ehemmiyetli olduğundan, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o suretle onu beraat ediyor. Onu eleştirive suçsuzluğu ve günah işleten Hâricîleri ve Emevîlerin saldırgan tarafdarlarını sessiz kalmaya davet ediyor. Evet Hâricîler ve Emevîlerin saldırgan tarafdarları Hazret-i Ali (R.A.) hakkındaki ilgisizlikleri ve doğru yoldan saptırmaları ve Hazret-i Hüseyn'in (R.A.) gâyet feci ciğer yakan hâdisesiyle kötülerin aşırıya gitmeleri ve dine zarar veren uydurmaları ve Şeyheyn'den (iki şeyh; Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer) uzaklaşması , ehl-i İslâma çok zararlı düşmüştür. İşte bu abâ ve dua ile, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Ali (r.a.) ve Hazret-i Hüseyin’i sorumluluktan ve suçluluktan ve ümmetini onlar hakkında kötü zandan kurtardığı gibi, Hazret-i Hasan’ı, yaptığı barışma ile ümmete ettiği iyiliğini vazife-i risalet noktasında tebrik ediyor ve Hazret-i Fatıma’nın zürriyetininmübarek nesli , İslam aleminde Ehl-i Beyt ünvanını alarak yüce bir şeref kazanacaklarını ve Hazret-i Fatıma 3/36 : ... Ben onu ve soyunu o taşa tutulmuş (kovulmuş) şeytandan Sana sığındırırım." diyen Hazret-i Meryem’in validesi gibi soyca çok şerefli olacağını ilân ediyor. Allahım! Efendimiz Muhammed’e, onun iyi ve temiz ve iyilik sahibi olan nesline ve mücahid ve ikrama mazhar ve hayırlı zâtlar olan Ashabına salât et. Âmin.
Devamını okuyun...>>
15. LEMA
Devamını okuyun...>>
15.LEMA
17/44- ...O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur...
AZİZ kardeşim, SENİN BİRİNCİ SUALİN ki, “Sahabeler velîlik bakışıyla fesatçıları neden keşfedemediler? Tâ, dört büyük halifenin üçünün şehitliği netice verdi. Halbuki, küçük Sahabelere, büyük velîlerden daha büyük deniliyor.” Elcevap: Bunda iki makam var. Birinci Makam Dakik bir velilik sırrı beyanıyla sual halledilir. Şöyle ki: Sahabelerin velâyeti, en büyük velîlik denilen, peygamberin vârisliğinden gelen, geçit tarikine uğramayarak, doğrudan doğruya zâhirden hakikate geçip Allah’ın kula olan yakınlığının ortaya çıktığı bir velâyettir ki, o velâyet yolu, gayet kısa olduğu halde gayet yüksektir. Harikaları az, fakat üstünlüğü çoktur. Kalp gözüyle görme ve keramet orada az görünür. Hem evliyanın kerametleri ise, çoğunluğu kendi isteğiyle tercih etmedir. Ummadığı yerden, İlâhî ikram olarak bir harika ondan zuhur eder. Bu keşif ve kerametlerin çoğunluğu da, mânevî yolculuk zamanında maneviyata götüren yol perdesinden geçtikleri vakit, âdi beşeriyetten bir derece soyutlanmaya âdete aykırı hallere mazhar olurlar. Sahabeler ise, Peygamberimizin (a.s.m.) sohbetinin yansımasıyla ve çekiciliğiyle ve iksiriyle, tarîkatteki manevi yolculukla büyük daireyi açmaya mecbur değildirler. Bir kademde ve bir sohbette, zâhirden hakikate geçebilirler. Meselâ, nasıl ki dün geceki Kadir gecesine ulaşmak için iki yol var: Biri, bir sene gezip dolaşıp tâ o geceye gelmektir. Bu yakınlık kazanmak için bir sene mesafeyi aşmak lâzımdır. Şu ise, manevi yolculuğa çıkanın mesleğidir ki, ehl-i maneviyata götüren yol in çoğu bununla gider. İkincisi, zamanla mukayyet olan beden örtüsünden sıyrılmayla ruhen yükselip, dün geceki kadir gecesini öbür gün bayram gecesi ile beraber, bugünkü gibi hazır görmektir. Çünkü ruh zamanla sınırlı değil. İnsan hissiyatı ruh derecesine çıktığı vakit, o hazır zaman genişler; başkalarına nisbeten mazi ve gelecek olan vakitler, ona nisbeten hazır hükmündedir. İşte bu temsile göre, dün geceki Kadir Gecesinden geçmek için, ruh mertebesine çıkıp maziyi hazır derecesinde görmektir. Şu anlaşılması zor sırrın esası, İlâhî yakınlığın ortaya çıkmasıdır. Meselâ, güneş bize yakındır; çünkü ışığı, harareti ve misali aynamızda ve elimizdedir. Fakat biz ondan uzağız. Eğer biz nuraniyet noktasında onun ilahi yakınlığını hissetsek, aynamızdaki misalî olan timsaline münasebetimizi anlasak, o vasıtayla onu tanısak; ışığı, harareti, heyeti ne olduğunu bilsek, onun yakınlığı bize ulaşır ve yakınımızda onu tanıyıp bağlantılı oluruz. Eğer biz bu’diyetimiz bakış açısıyla ona yakınlaşmak ve tanımak istesek, pek çok fikren dolaşma ve aklın yol tutmasına mecbur oluruz ki, bilimsel kanunlarile fikren göğe çıkıp gökteki güneşi tasavvur ederek, sonra mahiyetindeki ışık ve harareti ve ışığındaki yedi renk uzun uzadıya bilimsel araştırma ve incelemeler ile anladıktan sonra, birinci adamın kendi aynasında az bir tefekkürle elde ettiği mânevî yakınlığı ancak elde edebiliriz.İşte şu temsil gibi, peygamberin vârisliği ve Cenâb-ı Hakkın varlıklara olan yakınlığının sırrı ortaya çıkar. Diğer velîlik usulleri ise, çoğunluğu yakınlık esası üzerine gider, birçok derecede mânevî yolculuğa mecbur olur.
Devamını okuyun...>>
15.MEKTUB
17/44- ...O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur... AZİZ kardeşim,
SENİN BİRİNCİ SUALİN ki, “Sahabeler velîlik bakışıyla fesatçıları neden keşfedemediler? Tâ, dört büyük halifenin üçünün şehitliği netice verdi. Halbuki, küçük Sahabelere, büyük velîlerden daha büyük deniliyor.”Elcevap: Bunda iki makam var.
Birinci Makam Dakik bir velilik sırrı beyanıyla sual halledilir. Şöyle ki:Sahabelerin velâyeti, en büyük velîlik denilen, peygamberin vârisliğinden gelen, geçit tarikine uğramayarak, doğrudan doğruya zâhirden hakikate geçip Allah’ın kula olan yakınlığının ortaya çıktığı bir velâyettir ki, o velâyet yolu, gayet kısa olduğu halde gayet yüksektir. Harikaları az, fakat üstünlüğü çoktur. Kalp gözüyle görme ve keramet orada az görünür.Hem evliyanın kerametleri ise, çoğunluğu kendi isteğiyle tercih etmedir. Ummadığı yerden, İlâhî ikram olarak bir harika ondan zuhur eder. Bu keşif ve kerametlerin çoğunluğu da, mânevî yolculuk zamanında maneviyata götüren yol perdesinden geçtikleri vakit, âdi beşeriyetten bir derece soyutlanmaya âdete aykırı hallere mazhar olurlar. Sahabeler ise, Peygamberimizin (a.s.m.) sohbetinin yansımasıyla ve çekiciliğiyle ve iksiriyle, maneviyata götüren yolda manevi yolculukla büyük daireyi açmaya mecbur değildirler. Bir kademede ve bir sohbette, zâhirden hakikate geçebilirler. Meselâ, nasıl ki dün geceki Kadir gecesine ulaşmak için iki yol var:Biri, bir sene gezip dolaşıp tâ o geceye gelmektir. Bu yakınlık kazanmak için bir sene mesafeyi aşmak lâzımdır. Şu ise, manevi yolculuğa çıkanın mesleğidir ki, ehl-i maneviyata götüren yol un çoğu bununla gider.İkincisi, zamanla mukayyet olan beden örtüsünden sıyrılmayla ruhen yükselip, dün geceki kadir gecesini öbür gün bayram gecesi ile beraber, bugünkü gibi hazır görmektir. Çünkü ruh zamanla sınırlı değil. İnsan hissiyatı ruh derecesine çıktığı vakit, o hazır zaman genişler; başkalarına nisbeten mazi ve gelecek olan vakitler, ona nisbeten hazır hükmündedir. İşte bu temsile göre, dün geceki Kadir Gecesinden geçmek için, ruh mertebesine çıkıp maziyi hazır derecesinde görmektir. Şu anlaşılması zor sırrın esası, İlâhî yakınlığın ortaya çıkmasıdır. Meselâ, güneş bize yakındır; çünkü ışığı, harareti ve misali aynamızda ve elimizdedir. Fakat biz ondan uzağız. Eğer biz nuraniyet noktasında onun ilahi yakınlığını hissetsek, aynamızdaki misalî olan timsaline münasebetimizi anlasak, o vasıtayla onu tanısak; ışığı, harareti, heyeti ne olduğunu bilsek, onun yakınlığı bize ulaşır ve yakınımızda onu tanıyıp bağlantılı oluruz. Eğer biz bu’diyetimiz bakış açısıyla ona yakınlaşmak ve tanımak istesek, pek çok fikren dolaşma ve aklın yol tutmasına mecbur oluruz ki, bilimsel kanunlarile fikren göğe çıkıp gökteki güneşi tasavvur ederek, sonra mahiyetindeki ışık ve harareti ve ışığındaki yedi renk uzun uzadıya bilimsel araştırma ve incelemeler ile anladıktan sonra, birinci adamın kendi aynasında az bir tefekkürle elde ettiği mânevî yakınlığı ancak elde edebiliriz. İşte şu temsil gibi, peygamberin vârisliği ve Cenâb-ı Hakkın varlıklara olan yakınlığının sırrı ortaya çıkar. Diğer velîlik usulleri ise, çoğunluğu yakınlık esası üzerine gider, birçok derecede mânevî yolculuğa mecbur olur.
İkinci Makam O hâdisâta sebebiyet veren ve fesadı çeviren birkaç Yahudiden ibaret değildir ki, onları keşfetmekle fesadın önü alınsın. Çünkü, pek çok muhtelif milletlerin İslâmiyete girmeleriyle, birbirine zıt ve muhalif çok cereyanlar ve efkâr karıştı. Özellikle , bazıların gururluları Hazret-i Ömer’in (r.a.) darbeleriyle dehşetli yaralandığından, karakter itibariyle intikama fırsat beklerlerdi. Çünkü, onların hem eski dini iptal edilmiş, hem şeref kaynağı olan eski hükûmeti ve saltanatı tahrip edilmiş. İntikamını, bilerek veya bilmeyerek İslâmiyetin hâkimiyetinden almaya hissen taraftar bir suret almış. Onun için, Yahudi gibi zeki ve hileci bir kısım münafıklar, o halden istifade ettiler denilmiş. Demek, o olayların önünü almak, o vakitteki toplumsal hayatı ve muhtelif düşünceleri ıslahla olurdu. Yoksa, bir iki fesadın keşfedilmesiyle olmazdı. Eğer denilse: “Hazret-i Ömer’in (r.a.) minber üstünde, (hutbe okunan yer) bir aylık mesafede bulunan Sâriye namındaki bir kumandanına Ey Sâriye, dağa dikkat et, dağa!” Taberî, Tarihü’l-Ümem ve’l-Mülûk, 2:380; Ebû Nuaym, ed-Delâil, 3:210,211 deyip, Sâriye’ye işittirip, ordunun idaresi, sevki noktasından zaferine sebebiyet veren kerâmetkârâne kumandası ne derece keskin nazarlı olduğunu gösterdiği halde, neden yanındaki kàtili Firuz’u o keskin velîlik bakışıyla görmedi?”Elcevap: Hazret-i Yâkup Aleyhisselâmın verdiği cevapla cevap veririz. Yani, Hazret-i Yâkuptan sorulmuş ki, “Niçin Mısır’dan gelen gömleğinin kokusunu işittin de, yakınında bulunan Kenan Kuyusundaki Yusuf’u görmedin?” Cevaben demiş ki:“Bizim halimiz şimşekler gibidir; bazan görünür, bazan saklanır. Bazı vakit olur ki, en yüksek mevkide oturup her tarafı görüyoruz gibi oluruz. Bazı vakitte de ayağımızın üstünü göremiyoruz.”Elhasıl, insan her ne kadar kendi isteğiyle işini gören ise de, fakat Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Gerçekten Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. sırrınca, Allah’ın dilemesi asıldır, kader hâkimdir.Allah’ın dilemesi, insanın dilemesini verir, “Kader gelince göz kör olur.” Beyhakî, Şuabü’l-Îman, 1:233 hükmünü icra eder. Kader söylese, insanın güç ve kudreti, , cüz’î irade susar. İKİNCİ SUÂLİNİZİN MEÂLİ: Hazret-i Ali (r.a.) zamanında başlayan muharebelerin mahiyeti nedir? Savaşanlara ve o harpte ölen ve öldürenlere ne nam verebiliriz?Elcevap: Cemel Vak’ası denilen Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr ve Âişe-i Sıddîka (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) arasında olan muharebe, adalet ile adalet-i izafiyenin (toplumun selâmeti için ferdin feda edilmesini öngören adalet) mücadelesidir. Şöyle ki:Hazret-i Ali, adaletleti esas edip Şeyheyn zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad (dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur’ân ve hadîsten hüküm çıkarma) etmiş. Mualifleri ise, Şeyheyn zamanındaki islamiyetin saflığına adalete müsait idi; fakat zamanla İslâmiyetleri zayıf muhtelif milletler İslâmın sosyal hayatına girdikleri için, adaletin tatbikatı çok zor olduğundan, iki şerden daha az zararlı olanının tercih edilmesidenilen adalet-i nisbiye esası üzerine içtihad ettiler. Hüküm vermek ile ilgili tarışma siyasete girdiği için muharebe olmuştur. Madem sırf Allah için ve İslâmiyetin faydası için hüküm verilmiş ve hükümden muharebe doğmuş ; elbette hem katil, hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettir, ikisi de ehl-i sevaptır diyebiliriz. Her ne kadar Hazret-i Ali’nin hükmü isabetli ve karşısındakilerin hata ise de, yine azâba hak eden değiller. Çünkü, hüküm veren , hakkı bulsa iki sevap var; bulmazsa, bir nevi ibadet olan içtihad sevabı olarak bir sevap alır, hatasından mazurdur. Bizde gayet meşhur ve sözü hüccet bir alim, Kürtçe demiş ki: ......Yani: “Sahabelerin muharebesinde dedikodu etme. Çünkü hem kàtil ve hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettirler.” Adalet-i mahzâ (“ferdin hukuku asla fedâ edilemez” görüşündeki adalet) ile adalet-i izafiyenin (toplumun selâmeti için ferdin feda edilmesini öngören adalet) izahı şudur ki5/32- Bu nedenle, İsrailoğulları’na şunu yazdık: Kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksız yere) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürülmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur. Andolsun, elçilerimiz onlara apaçık belgelerle gelmişlerdir. Sonra bunun ardından onlardan birçoğu yeryüzünde ölçüyü taşıranlardır. Âyetin işari manası, bir mâsumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenâb-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına, rızasıyla olsa, o başka meseledir.Adalet-i izafiye ise, bütün selâmeti için ferdi feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir tür adalet-i izafiyeyi yapmaya çalışır. Fakat adalet-i mahzâ uygulanabilir ise, adalet-i izafiyeye gidilmez. Gidilse zulümdür. İşte, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, adalet-i mahzâyı Şeyheyn zamanındaki gibi tatbiktir deyip, hilâfet-i İslâmiyeyi o esas üzerine bina ediyordu. Karşı taraf ve karşı gelenler ise, “Uygulanabilir değil ; çok müşkülâtı var’ diye, adalet i izafiye üzerine içtihad etmişler. Tarihin gösterdiği sair esbab ise, hakikî sebep değiller, bahanelerdir. (Türkçeleştirilmedi) Eğer desen: “ İslâm halifeliği noktasında İmam-ı Ali’nin fevkalâde iktidarı, harikulâde zekâsı ve yüksek ehliyetiyle beraber, öncekilere nisbeten muvaffakiyetsizliği nedendir?”Elcevap: O mübarek zât, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere lâyıktı. Eğer tam siyasî başarı ve tamam saltanat olsaydı, Velîlik makamının şâhı isimini hakkıyla kazanamayacaktı. Halbuki, zâhirî ve siyasî hilâfetin pek çok fevkinde mânevî bir saltanat kazandı ve bütün zamanlarda herkesin üstadı hükmüne geçti, hattâ kıyamete kadar mânevî saltanatı sürekli kaldı.Amma Hazret-i İmam-ı Ali’nin Sıffin Savaşın’da Hazret-i Muaviye’nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilâfet ve saltanatın muharebesidir. Yani, Hazret-i İmam-ı Ali, dinin hükümlerini ve İslâm halifeliğinive âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz gerekliliklerini onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, İslâmın sosyal hayatını saltanat siyasetleriyle takviye etmek için Allah’ın emirlerini en mükemmel ve eksiksiz yapmaya çalışıp, izni kabul etme ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip izni tercih ettiler, hataya düştüler. Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in Emevîlere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yani, Emevîler, devlet-i İslâmiyeyi Arap milliyeti üzerine dayandırıp, İslâm bağını milliyet bağına geri bıraktıklarından, iki yönden zarar verdiler. Birisi: Başka milletleri rencide ederek ürküttüler.Diğeri: Irkçılıkve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden, zulmeder, adalet üzerine gitmez. Çünkü, ırkçı bir hâkim, millettaşını tercih eder, adalet edemez. [Arapça yazmış...] “İslâm, Câhiliyetten kalma ırkçılık ve kabileciliği ortadan kaldırmıştır. Müslüman olduktan sonra, Habeşli bir köle ile Kureyşli bir efendi arasında hiçbir fark yoktur. “Bu ibare, İslâmiyet öncesi câhiliye âdetlerine dönmekten men eden hadislerden iktibas edilmiştir. Bu mevzuda bir çok hadis-i şerif rivayet edilmiştir. Bunlardan birisi şöyledir: .. “İslâm dini, kendinden önceki bâtıl olan fiil, hareket, âdet ve inanışları keser, kaldırır.” Buharî, Ahkâm: 4, İmâra: 36, 37; Ebû Dâvud, Sünnet: 5; Tirmizî, Cihâd: 28, İlim: 16, Nesâî, Bey’a: 26; İbni Mâce, Cihad: 39; Müsned, 4:69, 70, 199, 204, 205, 5:381, 6:402, 403. Kesin emir , din bağı yerine milliyet bağı ikame edilmez. Edilse adalet edilmez, hakkaniyet gider.İşte, Hazret-i Hüseyin, din bağını esas tutup, haklı olarak onlara karşı mücadele etmiş, tâ şehitlik makamı kazanmış.Eğer denilse: “Bu kadar haklı ve hakikatli olduğu halde neden başarılı olmadı? Hem neden kader-i İlâhî ve rahmet-i İlâhiye onların feci bir sona uğramasına müsaade etmiş?”Elcevap: Hazret-i Hüseyin’in yakın taraftarları değil, fakat cemaatine iltihak eden başka milletlerde, yaralanmış gurur-u milliyeleri yönüyle, Arap milletine karşı bir intikam düşüncesi bulunması, Hazret-i Hüseyin ve taraftarlarının temiz ve parlak mesleklerine zarar verip yenilgilerine sebep olmuş. Amma kader görüşüyle feci sonun hikmeti ise:Hasan ve Hüseyin (r.a.) ve onların hanedanları ve nesilleri, mânevî bir saltanata aday idiler. Dünya saltanatı ile mânevî saltanatın bir araya gelmesi gayet zordur. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat geçici ve dış görüntüde bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir manevi saltanata tayin edildiler. Sıradan valiler yerine, evliya mürşidlerine (alim) merci oldular. ÜÇÜNCÜ SUALİNİZ: “O mübarek zâtların başına gelen o feci, gaddârâne muamelenin hikmeti nedir?” diyorsunuz.Elcevap: Bundan önce beyan ettiğimiz gibi, Hazret-i Hüseyin’e karşı gelen Emevîler saltanatında, merhametsiz zulme sebebiyet verecek üç esas vardı:Birisi: Merhametsiz siyasetin bir düsturu olan, “Hükûmetin selâmeti ve âsâyişin devamı için fertler feda edilir.”İkincisi: Onların saltanatı ıkçılık ve milliyete dayandığı için, milliyetin gaddârâne bir prensibi olan, “Milletin selâmeti için herşey feda edilir.”Üçüncüsü: Emevîlerin Hâşimîlere karşı an’anesindeki rekabet damarı, Yezid gibi bazılarında bulunduğu için, şefkatsiz bir zulme yönelmiştir.Dördüncü bir sebep de, Hazret-i Hüseyin’in (r.a.) taraftarlarında bulunuyordu ki, Emevîlerin, Arap milliyetini esas tutup başka milletlerin fertlerine “köleler” tabir ederek köle nazarıyla bakmaları ve gurur-u milliyelerini kırmaları yüzünden, diğer milletler Hazret-i Hüseyin’in (r.a.) cemaatine intikamkârâne ve karışık bir niyetle katıldıklarında Emevîlerin ırçılık damarına fazla dokunmuş, gayet gaddârâne ve merhametsizcesine, meşhur faciaya sebebiyet vermişlerdir.Sözü geçen dört sebepler, zâhirîdir. Kader noktasından bakıldığı vakit, Hazret-i Hüseyin (r.a.) ve akrabasına, o facia sebebiyle hasıl olan âhiretteki neticeler ve manevi saltanat ve mânevî ilerlemeler o kadar kıymettardır ki, o facia ile çektikleri zahmet gayet kolay ve ucuz düşer. Nasıl ki bir asker, bir saat işkence altında şehid edilse, öyle bir mertebeyi bulur ki, on sene başkası çalışsa ancak o mertebeyi bulur. Eğer o nefer şehid olduktan sonra ona sorulabilse, “Az birşeyle pek çok şeyler kazandım” diyecektir.DÖRDÜNCÜ SUALİNİZİN MEÂLİ: Âhirzamanda Hazret-i İsâ Aleyhisselâm Deccalı öldürdükten sonra, insanlar ekseriyetle hak dine girerler. Halbuki, rivayetlerde gelmiştir ki, “Yeryüzünde Allah Allah diyenler bulundukça kıyamet kopmaz.” Müslim, İman: 234; Tirmizî, Fiten: 35; Müsned, 2:107, 201, 259; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:494. Böyle umumiyetle imana geldikten sonra nasıl umumiyetle küfre giderler?Elcevap: Sahih hadiste rivayet edilen, “Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın geleceğini ve İslam yoluyla amel edeceğini,Deccalı öldüreceğini” imanı zayıf olanlar inkâr ediyorlar. Onun hakikati izah edilse, hiç inkar yeri kalmaz. Şöyle ki:O hadîsin ve Süfyan ve Mehdî hakkındaki hadîslerin ifade ettikleri mânâ budur ki:Âhirzamanda, dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak:Birisi: Münafıklık perdesi altında Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliğini inkâr edecek, Süfyan namında müthiş bir şahıs, münafıkların başına geçecek, İslâm şeriatı tahribine çalışacaktır. Ona karşı, Peygamberimizin (a.s.m.) âilesi ve onun soyundan gelenler nurlu halkasına bağlanan Allah dostları ve olgun kimseler başına geçecek, Âl-i Beytten Muhammed Mehdî isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyanın şahs-ı mânevîsi olan münafıklık cereyanını öldürüp dağıtacaktır.İkinci cereyan ise: Herşeyi tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler, herşeyi madde ile açıklamaya çalışanlar(materyalistler) dan doğan bir Nemrud gibi zulüm ve zorbalıkla ve dinsizlikle iş gören akım, gittikçe âhirzamanda her şeyi maddeye dayandıran felsefe vasıtasıyla intişar yayılarak kuvvet bulup, Cenâb-ı Hakkın İlâhlığını inkâr edecek bir dereceye gelir. Nasıl bir padişahı tanımayan ve ordudaki subaylar ve fertler onun askerleri olduğunu kabul etmeyen vahşî bir adam, herkese, her askere bir nevi padişahlık ve bir çeşit hâkimiyet verir. Öyle de, Allah’ı inkâr eden o akımın fertleri , birer küçük Nemrud hükmünde nefislerine birer ilahlık verir. Ve onların başına geçen en büyükleri,ispritizma (ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün olduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan deneyler )ve manyetizmanın hâdisâtı (telkin ve hipnoz yolu ile birini tesir altına alma) türünden müthiş harikalara mazhar olan Deccal ise, daha ileri gidip, zorbaca, görünüşte hükûmetini bir tür ilahilik hayal edip ilahlık ilân eder. Bir sineğe mağlûp olan ve bir sineğin kanadını bile icad edemeyen âciz bir insanın ilahlık dâvâ etmesi ne derece ahmakçasına bir maskaralık olduğu malûmdur.İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın manevi şahsından ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlâhiyenin semâsından inecek, halihazır Hıristiyanlık dini o hakikate karşı saflaşmadan, hurafeler ve değiştirmelerden sıyrılacak, İslâmın hakikatleri ile birleşecek, mânen Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâp edecektir. Ve Kur’ân’a iktida ederek, o İsevîliğin manevi şahsına uyan ve İslâmiyete tabi kalacak, hak din bu katılaşma neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır.Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlûp olan İsevîlik ve İslâmiyet, birleşme neticesinde dinsizlik hareketine üstün gelip dağıtabilecek kabilyette iken, gökler alemindeki insan cismiyle bulunan şahs-ı İsâ Aleyhisselâm, o hak din, İslamın başına geçeceğini, Hz.Muhammed, bir sınırsız güç ve kudret sahibi olan ve herşeye gücü yeten Allah’ın vaadine dayanarak haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır. Madem sınırsız güç ve kudret sahibi olan ve herşeye gücü yeten Allah vaad etmiş, elbette yapacaktır. Evet, her vakit göklerden melekleri yere gönderen ve bazı vakitte insan suretine koyan (Hazret-i Cibril’in Dıhye suretine girmesi gibi) bk. Buhârî, Menâkıb, 25; Müslim, Fezâlü’s-Sahâbe, 100; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 9:276. ve ruhanîleri ruhlar âleminden gönderip beşer suretinde görünen hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ruhlarını maddi yapısı olmayan vücut, misalî bedenle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelâl,( sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi hikmetle yapan Allah) Hazret-i İsâ Aleyhisselâmı, İsâ dinine ait en mühim bir güzel son için, değil dünya semasında cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i İsâ, belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir büyük netice için ona yeniden ceset giydirip dünyaya göndermek, o Hakîmin (Allah) hikmetinden uzak değil. Belki onun hikmeti öyle gerektiği için vaad etmiş ve vaad ettiği için elbette gönderecek.Hazret-i İsâ Aleyhisselâm geldiği vakit, herkesin onun hakikî İsâ olduğunu bilmesi lazım değildir. Onun yakınları veaydınlar , nur-u imanla onu tanır. Yoksa, bedâhet derecesinde (ap açık) herkes onu tanımayacaktır.Sual: Rivayetlerde (Tirmizî, Fiten 62; Ebû Dâvud, Melâhim 14; Müsned 3:420, 4:226.) gelmiş ki, “Deccalın bir yalancı cenneti var; kendine tâbi olanları ona atar. Hem yalancı bir cehennemi var; tâbi olmayanları ona atar. Hattâ o kendi bineğinin de bir kulağını cennet gibi, bir kulağını da cehennem gibi yapmış. Bedeninin büyüklüğü bu kadardır, şu kadardır”( Buhârî, Enbiyâ, 3; Müslim, Fiten, 109; Müsned, 3:376; İbni Ebî Şeybe, el-Musannef, 8:655.) diye tarifat var.Elcevap: Deccalın görünüşteki maddî şahıs insan gibidir. Mağrur, firavunlaşmış, Allah’ı unutmuş olduğundan, görünüşü, zorbaca olan hâkimiyetine ilahlık namını vermiş bir şeytan-ı ahmaktır ve bir insan-ı dessastır (hilebaz). Fakat şahs-ı mânevîsi olan dinsizlik büyük akım pek büyüktür . Rivayetlerde Deccala ait dehşetli vasıflar ona işaret eder. (bk. Buhârî, Enbiyâ, 3; Müslim, Fiten, 100-105; Ebû Dâvud, Fiten, 1; Tirmizî, Fiten, 55-61. ) Bir vakit Japonya’nın Başkumandanının resmi, bir ayağı Pasifik Okyanusunda, diğer ayağı on günlük mesafedeki Port Arthur Kal’asında tasvir edilmiş; o küçük Japon Kumandanının bu surette tasviriyle, ordusunun şahs-ı mânevîsi gösterilmiş. Amma Deccalın yalancı cenneti ise, medeniyetin cazibedar dinen yasak olan oyun ve eğlenceler ve fantaziyeleridir. Bineği ise, tren gibi bir vasıtadır ki, bir başında ateş ocağı bulunur; kendine tâbi olmayanları bazan ateşe atar. O merkebin bir kulağı, yani diğer başı cennet gibi döşenmiş; tâbi olanları oraya oturtur. Zaten yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün, ve gaddar medeniyetin mühim bir merkebi olan tren, zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkün olanlar; ve dünya için yalancı bir cennet getirir; biçare dindarlar ve ehl-i İslâm için, medeniyet elinde cehennem zebanîsi gibi tehlike getirir, esaret ve sefalet altına atar. İşte, İsevîliğin din-i hakikîsi zuhur ile ve İslâmiyete inkılâp etmesiyle, her ne kadar âlemde kesin bir çoğunluğa nurunu yayar. Fakat, yine kıyamet kopmasına yakın, tekrar bir dinsizlik cereyanı başgösterir, üstün gelir ve hüküm çoğunluğa göre verilir kaidesince, yeryüzünde Allah Allah diyecek kalmayacak; (Müslim, Îmân, 234; Tirmizî, Fiten, 35; Müsned, 3:107.) yani, ehemmiyetli bir cemaat dünyada mühim bir mevkie sahip olacak bir surette Allah Allah denilmeyecek demektir. Yoksa, azınlıkta kalan veyahut mağlûp düşen hak ve doğru yolda olanlar kıyamete kadar bâki kalacak; yalnız, kıyametin kopacağı ânında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir rahmet eseri olarak, ehl-i imanın ruhları daha evvel teslim alınacak, kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır.
BEŞİNCİ SUALİNİZİN MEÂLİ: Kıyametin hâdisâtından kabirdeki etkilenecek mi?Elcevap: Derecatlarına göre etkilenecekler . Melâikelerin kahredici tesellileri kendilerine göre etkili oldukları gibi etkili olurlar. Nasıl ki bir insan, sıcak bir yerde iken, hariçte kar ve tipi içinde titreyenleri görse, akıl ve vicdan itibarıyla etklenir. Öyle de, şuurlu olan ölümsüz ruhlar, kâinatla alâkadar oldukları için, kâinatın büyük hadiselerinden , derecelerine göre etkilenmelerini; ehl-i azap iseacı duyarak, ehl-i saadet isehayretle, sevinerek belki bir yönüyle sevinerek etkilenmeleri, Kur’ân’ın işaretlerini gösteriyor. Zira, Kur’ân-ı Hakîm,(Kuran) her zaman kıyametin acaibini tehdit suretinde zikrediyor, “Göreceksiniz” diyor. Halbuki, insan cismiyle onu görenler, kıyamete yetişenlerdir. Demek, kabirde cesetleri çürüyen ruhlarında o tehdid-i Kur’âniyeden hisseleri var.
ALTINCI SUALİNİZİN MEÂLİ: Arpç 28/88: ...O'nun yüzünden (zatından) başka her şey helak olucudur. ... Bu âyet âhireti, Cennet, Cehennemi ve ehillerini içine alıyor mu ?Elcevap: Şu mesele, pek çok alimler ve ehl-i keşif (mânevîyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar) ve Allah dostları söz konusu olmuş. Şu meselede söz onlarındır. Hem de şu âyetin çok genişliği ve çok mertebeleri var.Alimlerin büyük bir kısmı demişler ki: “Baki olan ahiret alemini içermiyor.” Diğer kısmı ise: “Âni olarak onlar da az bir zamanda bir tür yok oluşa erişirler. O kadar az bir zamanda oluyor ki, yokluğu hissetmeyecekler.”Amma, bazı haddini aşanlar hükmettikleri sonsuz yok oluş ise, hakikat değildir. Çünkü, Zât-ı Akdes-i İlâhî (her türlü kusur ve noksandan sonsuz derece uzak olan ilâhi Zât, Allah) madem sürekli ve daimîdir; elbette sıfâtı ve ismi dahi sürekli ve daimîdirler. Madem sıfâtı ve ismi daimî vesüreklidir; elbette onlara tecelli eden şey ve yansımaları ve nakışları ve görünme yerleri olan baki alemde kalıcılık ve sonusuza dek yaşayanlar, yok oluşu mutlaka, zorunlu olarak, gidemez.Kur’ân-ı Hakîmin feyzinden şimdilik iki nokta hatıra gelmiş; kısaca yazacağız.Birincisi: Cenâb-ı Hak öyle bir Kadîr-i Mutlaktır ki, yokluk ve vücut, kudretine ve iradesine nisbeten iki yer gibi, gayet kolay bir surette oraya gönderir ve getirir. İsterse bir günde, isterse bir anda oradan çevirir. Hem mutlak yokluk zaten yoktur. Çünkü her şeyi kuşatan bir ilim var. Hem Allah’ın ilim dairesinin harici yok ki, birşey ona atılsın. İlim dairesinin içinde bulunan yokluk ise, adem-i haricîdir (maddeten yok olma hâli; Allah’ın ilminde var olup fakat maddî varlığı olmayan ) ve ilmen var olma perde olmuş bir ünvandır. Hattâ, bu Allah’ın ilim dairesindeki varlıklara, bazı alimler “a’yân-ı sâbite” (eşyanın var olmadan önce Allah’ın ilminde var oluşu ) tabir etmişler. Öyle ise, yok oluşa gitmek, geçici olarak dış elbisesini çıkarıp, manevi vücuda ve ilmîye girmektir. Yani, yokuluğa giden ve fâni olanlar, maddi varlığı bırakıp, Esas bir manevi vucut giyer, daire-i kudretten (Allah’ın kudret dairesi yaratılmış olanlar) çıkıp ilim dairesine girer.İkincisi: Çok Sözlerde izah ettiğimiz gibi, herşey, mânâ-yı ismiyle (bir şeyin sahibine değil de, bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı ) ve kendine bakan yüzde hiçtir; kendi zâtında bağımsız ve kendi başına sabit bir vücudu yok. Ve yalnız kendi başıyla var olan bir hakikati yok. Fakat Cenâb-ı Hakka bakan yönü ise, yani mânâ-yı harfiyle (bir şeyin kendisini değil de san’atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mânâsı ) olsa, hiç değil. Çünkü onda yansıyan görünen Allah’ın devamlı ve kalıcı olan isimleri var. Ölü değil; çünkü sürekli bir varlığın gölgesini taşıyor. Hakikati vardır, sabittir, hem yüksektir. Çünkü aynası olduğu bâki bir ismin sabit bir tür gölgesidir.Hem Arpç 28/88: ...O'nun yüzünden (zatından) başka her şey helak olucudur. ... insanın elini Allah’ın dışındaki her şeyden kesmek için bir kılıçtır ki, o da, Cenâb-ı Hakkın hesabına olmayan fâni dünyada, fâni şeylere karşı alâkaları kesmek için, hükmü, dünyadaki gelip geçici şeylere bakar. Demek, Allah hesabına olsa, mânâ-yı harfiyle (bir şeyin kendisini değil de san’atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mânâsı) olsa, Allah için olsa, Ondan gayrısına girmez ki,Arpç 28/88: ...O'nun yüzünden (zatından) başka her şey helak olucudur. ...kılıcıyla başı kesilsin.Elhasıl: Eğer Allah için olsa, Allah’ı bulsa, yabancı kalmaz ki başı kesilsin. Eğer Allah’ı bulmazsa ve hesabıyla bakmazsa, herşey yabancıdır.28/88: ...O'nun yüzünden (zatından) başka her şey helak olucudur. ... kılıcını istimal etmeli, perdeyi yırtmalı, tâ Onu bulmalı. Arpç Bâkî olan sadece Odur.
Said Nursî
Devamını okuyun...>>
MEHDİ (A.S.) 'IN ÇIKIŞ ZAMANI
ADNAN OKTAR’IN IRIB (İRAN DEVLET TELEVİZYONU) RÖPORTAJINDAN (İstanbul, 29 Eylül 2008)
MUHABİR: Evet bizim arkadaşlar merak etmişler Hz. Mehdi’nin gelmesini tarih olarak ne zaman tahmin edersiniz, biliyorsunuz demeyeyim, tahmin edersiniz en azından?ADNAN OKTAR: Benim kanaatim Said Nursi Hazretleri de söylüyor, rivayetlerden de öyle anlaşılıyor yani o hadisleri de size sunabilirim. Hadislerin toplamını değerlendirdiğimizde alametlerin toplamını değerlendirdiğimizde, Said Nursi’nin açık beyanlarında çünkü 1400 sene sonra zuhur edecek bir gerçeği diyor zamanlarında garib zannetmişler, yakın zannetmişler diyor, sahabe için, sanki o devirlerde çıkacak zannetmişler diyor, halbuki 1400 sene sonra çıkacak diyor. Benim kanaatim Mehdi çoktan zuhur etti, faaliyet halinde fakat ortaya çıkması anlaşılması 10 yıl içerisinde oluşur diye düşünüyorum. Yani tam anlaşılması 10 yıl içerisinde oluşur diye düşünüyorum.
Devamını okuyun...>>